26 Şubat 2014 Çarşamba

Ceketli Adam III



Kendime sorduğum onca soruyla uykuya yenik düşmüştüm nihayet. Her gece kendimi sorguya çekiyorum. Sabah olunca da uykumun nezarethanesinden çıkarıyorum kendimi. Tıpkı bu sabah olduğu gibi.
 İçim gibi karanlıktı oda. Güneşliklerimi ışığı geçiremeyecek kadar kalın seçmiştim. Işığa alışmak istemiyordum çünkü. Onun cazibesi eşsizdi ve ben eşsizlikte kaybolabilirdim. Işığın cazibesiyle kör olmaktansa karanlığın loşluğuna alışmayı yeğlerdim. Zaten yirmi bir yıldır da yeğlemeyi seçmiştim. Çok olmasa da mutluydum kendi karanlığımda. Derin bir kuyunun karanlığında boğulmadığım sürece mutluydum yani. Şimdilerde o derin kuyuda değil, rahat yatağımın karanlığında uyuyordum.  Yatağımda biraz daha kalma planları yaparken karanlığıma körleşmiş olduğumu düşündüm bir an için. Sonrasında aklımda Ercüment’e dair şimşekler çakmıştı. Ne yapıyordu ? Bu sabah da  güneşi görmek istemiş miydi ? Düşündüm ama kendi sorduğum soruya midemden gelen açlık sesleri yüzünden pek odaklanamadım. Midem de büyük bir isyan vardı belli ki. Bir an önce isyanı bastırmalıydım yoksa olacaklardan yine ben sorumlu olacaktım…
Yorganıma yoğurt gibi sarındığımdan dolayı yataktan çıkmak o kadar kolay olmuyordu benim için. Zaten bir o derin kuyudan yukarı çıkmak bir de sıcacık yatağımdan çıkmak en zorlandığım şeylerdendir hayatta. Ama ne kadar zorlansam da kopuyordum bir süre sonra ikisinden de.
Yatağımdan kopmayı başardığım an iki ayrı uca fırlatılmış terliklerimin eşlerini bulup ayağıma geçirdikten sonra mutfağın yolunu tuttum doğruca. Kısacık yolculuğumda “ekmek var mı ki?” sorusunu kaç defa tekrarladım bilmiyorum. Ekmek sepetine baktıktan sonra kendimi montumu giymiş, fırına gitmek için evimin anahtarlarını salonun herhangi bir yerinde ararken buldum.
Kapıyı kilitlemeden çıktım evimden. Kilide gerek yoktu. Maddiyata önem verenlerden olmamıştım hiçbir zaman. Duygularım çalınmış ve kullanılmışken günde birkaç kanalı zaplayan televizyonumu çalsalar ne olurdu ki ?
Apartmandan çıktıktan sonra doğruca fırıncı Gürhan abinin sıcacık ekmek kokusunu takip ettim. Ufak bir sabah sohbetinin ardından sıcacık ekmeğimin ucundan bir parça alıp yine evimin sokağına doğru yürüdüm. Sıcacık ekmeğin ucundan koparılmadan eve giren ekmeğin hiç tadı olmazdı benim yaşantımda. Bir gün çocuğum olursa eğer, bunu ona da öğretecektim. Derken  evimin sokağına doğru yürürken  sokağın başında Ercüment’i gördüm.  Elimde ekmekle kalakaldım öyle. Ne işi vardı burada ? Sabahın bu saatinde üstelik.  Ama bu sefer bu soruları kendime değil, Ercüment’e soracaktım.
Nefes mesafemi ayıracak şekilde yine yaklaştım Ercüment’e. Gülümseyerek “günaydın!” dedim. Aynı sıcaklıkta bir karşılık aldım ondan da. Kokuyu almış olacak ki “elinde sıcak ekmek mi var yoksa?!” dedi. Gülerek, evet, dedim ve onu evime kahvaltıya davet ettim. Bu sefer merdivenleri kullanmak yerine asansörü tercih ettim.
Evimin kapısının önüne geldiğimizde kapıyı bir çırpıda açınca Ercüment, kapımın kitlenmediğimi anladı ve “sanırım insanlara çok güveniyorsun” dedi. Ben de “sadece çalınacak bir şeyim yok” dedim gülümseyerek.  Burukluğumu da dün geceki tedirginliğim gibi hissedebilmiş miydi, bilmiyordum.
Ercüment’i salondaki ikili koltuğa oturtup mutfağa geçtim kahvaltı hazırlamak için. Güzel bir omlet yaptım kahvaltılıkların yanına. Tavşan kanı çayı da unutmadım.
Sofram hazır olunca Ercüment’i mutfağa çağırdım ve koluna girerek cam kenarına koyduğum masamın sandalyelerinden birine oturttum.  Sonra karşısındaki sandalyeye oturarak “afiyet olsun” dedim şirin bir ses tonuyla.
İlk defa bir körle aynı sofraya oturuyordum. Sofradaki her şeyin yerini buldu zamanla. Peyniri, zeytini, salamı ve yumurtayı anlayabilmişti çatalı yardımıyla. Bana düşen görev sadece çatalının dokunduğu kasenin içindeki reçelin adını söylemek oldu.  Balı reçelden ayırmayı unutmamak gerek elbette…  Onu izlemek güzeldi. Çatalını gezdirdiği yerleri seyretmek heyecan veriyordu bir yerde. Onunla kahvaltı yapmayı sevmiştim.
Çok konuşmuyordum yemek yerken. Ercüment yine anlatıyordu dün geceki gibi bir şeyler. Sonra “yine görmedin bugün beni” dedi ekmek sepetinde yeni bir ekmek dilimi ararken. Sabahları kendime öyle hemen gelemediğimi, uykuya düşkünlüğümü anlattım tüm samimiyetimle.  Sonra ben ona burada ne işi olduğunu sordum. Hep gezermiş bu semtlerde. Seviyormuş buraları. Benim de evimin burada olması onun için çok güzel bir olaymış.
Söylediklerinde o kadar içtendi ki, bir an olsun onun göremiyor oluşuna sevindim. Ama sonra bu çok bencilce geldi bana. İç çektim. Ardından o iç çekti. Ne oldu, diye sorduk birbirimize ve ikimiz de “boşver”dik.
Kahvaltı çoktan bitmişti ama sohbet koyuydu. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadık ikimizde. Uzun zamandır o sofrada oturduğumuzu sandalyenin uyuşturduğu popomuzun ağrısından anlayabildik ve gülüştük sonunda. Biraz daha sohbetin ardından yolculadım misafirimi.
 Birbirimizi daha önceden tanıyor gibiydik. Ercüment bana bir şeyler anlattıkça onun dostluğunu kazanmak istedim her seferinde.  Tardu, Ercüment mi olmuştu yoksa? Bulaşıkları makineye dizerken düşünmüştüm bunu ve tek başıma yaşadığım evimde koca bir kahkaha patlatmıştım. Ama sonra duraladım birden. Ercüment’in söylediği bir söz geldi aklıma : “ yine görmedin bugün beni” . Dün ve bugünün dışında ne zaman görememiş olabilirdim ki Ercüment’i ? Sonra yine güldüm kendi kendime ve sesli bir şekilde “Bu Ercüment şaşırmış olmalı” dedim.  
Kör bir adam ciddi ciddi hayatıma girmişti artık. Mutluydum. Şanslı hissediyordum bir yandan da. Onun dostluğuna olan inancım büyüktü . Ona teşekkür borcum da vardı artık .
Evime gelen sayılı misafirlerimi yazdığım deftere gün içinde olanları yazdıktan sonra kapağını kapattım ve duşa kaçtım yine. Anne sevgisi gibiydi temizlenmek.  Temizlenmek ve ardından güzel bir uyku çekmek!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder