Gözümü hiç açmak istemediğim bir Perşembe sabahında camdan
bakarken buldum kendimi. Aslında henüz hiç uyumamış, uykuya yenik
düşememiştim. İçimde garip bir huzursuzluk
vardı. Beni geceden beri kemiren, garip bir huzursuzluk.
Ne zamandan beri camdan dışarıyı izliyordum farkında
değildim. Birden yorulduğumu fark
ettiğimde arkamda duran ikili kanepeye uzanıp ayaklarımın zonklaması bana aslında
bir cevap veriyordu ancak emin olamıyordum.
Biliyor musun Dünyalı, böyle zamanlarda bazen okuduğum
masalların içinde kaybolana kadar koşmak istiyorum. Simbat’ı kapan kartalın pençesine
takılıp uçsuz bucaksız gökyüzünde
savrulmak istiyorum. Tarzan’ın ağaç sarkıtlarında oradan oraya uçmak istiyorum.
Ama sonra kitabın son sayfasına gelip o dünyadan kendimi çıkarmak zorunda
kalınca çok üzülüyorum. Çünkü kitabın ardında duran hayat çok karmaşık ve bir o
kadar da acımasız. Yaşadığın hayatta anlaşılamamak, anlamlandırılamamak insanı
bazen bir uçurum kenarına sürüklüyor gibi Dünyalı. Bir adım atsan tüm bunlardan
kurtulacaksın ama içinde yaşattığın minik bir umut bile o adımı atmaman için
seni arkandan sarıyor. Hani olur ya, dur bakalım, gün bir kez daha geceden
gündüze dönsün, hayır hayır beklemelisin şimdi olmaz, şimdi pes edemezsin, gibi
dolu dizgin cümlelerle önüne bir set çekiyor adeta içindeki o umutlar.
Ama anlaşılmamak çok zor dünyalı. İnsan kayıplarını
kabullenebiliyor, hayatından ders çıkartabiliyor, içindeki özlemi
dindirebiliyor, aç karnını doyurabiliyor, susamış boğazını ıslatabiliyor,
diline kelepçe vurabiliyor, sevilmemeyi bile kabul edebiliyor ama anlaşılmama duygusunu
kabullenemiyor.
Çünkü anlaşılmadığında ne oluyor biliyor musun Dünyalı?
Boşlukta kalıyorsun. Tek başına. Uzay mekiğine bağlı ipin kopmuş, istasyona
geri dönemiyorsun ve koca karanlık evrende bir başına maskenin içindeki oksijenin
bitene kadar yaşadığın o kaosu yaşıyorsun. Ama en nihayetinde ölüyorsun. İşte
anlaşılmadığında tam olarak bu oluyor içinde Dünyalı. Etrafındaki onca yıldızın içinde tek başına
ölüyorsun. Hiçbirine dokunamadan…