Kendime sorduğum onca soruyla uykuya yenik düşmüştüm
nihayet. Her gece kendimi sorguya çekiyorum. Sabah olunca da uykumun
nezarethanesinden çıkarıyorum kendimi. Tıpkı bu sabah olduğu gibi.
İçim gibi karanlıktı
oda. Güneşliklerimi ışığı geçiremeyecek kadar kalın seçmiştim. Işığa alışmak
istemiyordum çünkü. Onun cazibesi eşsizdi ve ben eşsizlikte kaybolabilirdim.
Işığın cazibesiyle kör olmaktansa karanlığın loşluğuna alışmayı yeğlerdim.
Zaten yirmi bir yıldır da yeğlemeyi seçmiştim. Çok olmasa da mutluydum kendi
karanlığımda. Derin bir kuyunun karanlığında boğulmadığım sürece mutluydum yani.
Şimdilerde o derin kuyuda değil, rahat yatağımın karanlığında uyuyordum. Yatağımda biraz daha kalma planları yaparken
karanlığıma körleşmiş olduğumu düşündüm bir an için. Sonrasında aklımda
Ercüment’e dair şimşekler çakmıştı. Ne yapıyordu ? Bu sabah da güneşi görmek istemiş miydi ? Düşündüm ama
kendi sorduğum soruya midemden gelen açlık sesleri yüzünden pek odaklanamadım.
Midem de büyük bir isyan vardı belli ki. Bir an önce isyanı bastırmalıydım
yoksa olacaklardan yine ben sorumlu olacaktım…
Yorganıma yoğurt gibi sarındığımdan dolayı yataktan çıkmak o
kadar kolay olmuyordu benim için. Zaten bir o derin kuyudan yukarı çıkmak bir
de sıcacık yatağımdan çıkmak en zorlandığım şeylerdendir hayatta. Ama ne kadar
zorlansam da kopuyordum bir süre sonra ikisinden de.
Yatağımdan kopmayı başardığım an iki ayrı uca fırlatılmış
terliklerimin eşlerini bulup ayağıma geçirdikten sonra mutfağın yolunu tuttum
doğruca. Kısacık yolculuğumda “ekmek var mı ki?” sorusunu kaç defa tekrarladım
bilmiyorum. Ekmek sepetine baktıktan sonra kendimi montumu giymiş, fırına
gitmek için evimin anahtarlarını salonun herhangi bir yerinde ararken buldum.
Kapıyı kilitlemeden çıktım evimden. Kilide gerek yoktu.
Maddiyata önem verenlerden olmamıştım hiçbir zaman. Duygularım çalınmış ve
kullanılmışken günde birkaç kanalı zaplayan televizyonumu çalsalar ne olurdu ki
?
Apartmandan çıktıktan sonra doğruca fırıncı Gürhan abinin
sıcacık ekmek kokusunu takip ettim. Ufak bir sabah sohbetinin ardından sıcacık
ekmeğimin ucundan bir parça alıp yine evimin sokağına doğru yürüdüm. Sıcacık
ekmeğin ucundan koparılmadan eve giren ekmeğin hiç tadı olmazdı benim
yaşantımda. Bir gün çocuğum olursa eğer, bunu ona da öğretecektim. Derken evimin sokağına doğru yürürken sokağın başında Ercüment’i gördüm. Elimde ekmekle kalakaldım öyle. Ne işi vardı
burada ? Sabahın bu saatinde üstelik.
Ama bu sefer bu soruları kendime değil, Ercüment’e soracaktım.
Nefes mesafemi ayıracak şekilde yine yaklaştım Ercüment’e.
Gülümseyerek “günaydın!” dedim. Aynı sıcaklıkta bir karşılık aldım ondan da.
Kokuyu almış olacak ki “elinde sıcak ekmek mi var yoksa?!” dedi. Gülerek, evet,
dedim ve onu evime kahvaltıya davet ettim. Bu sefer merdivenleri kullanmak
yerine asansörü tercih ettim.
Evimin kapısının önüne geldiğimizde kapıyı bir çırpıda
açınca Ercüment, kapımın kitlenmediğimi anladı ve “sanırım insanlara çok
güveniyorsun” dedi. Ben de “sadece çalınacak bir şeyim yok” dedim
gülümseyerek. Burukluğumu da dün geceki
tedirginliğim gibi hissedebilmiş miydi, bilmiyordum.
Ercüment’i salondaki ikili koltuğa oturtup mutfağa geçtim
kahvaltı hazırlamak için. Güzel bir omlet yaptım kahvaltılıkların yanına.
Tavşan kanı çayı da unutmadım.
Sofram hazır olunca Ercüment’i mutfağa çağırdım ve koluna
girerek cam kenarına koyduğum masamın sandalyelerinden birine oturttum. Sonra karşısındaki sandalyeye oturarak
“afiyet olsun” dedim şirin bir ses tonuyla.
İlk defa bir körle aynı sofraya oturuyordum. Sofradaki her
şeyin yerini buldu zamanla. Peyniri, zeytini, salamı ve yumurtayı
anlayabilmişti çatalı yardımıyla. Bana düşen görev sadece çatalının dokunduğu
kasenin içindeki reçelin adını söylemek oldu.
Balı reçelden ayırmayı unutmamak gerek elbette… Onu izlemek güzeldi. Çatalını gezdirdiği
yerleri seyretmek heyecan veriyordu bir yerde. Onunla kahvaltı yapmayı
sevmiştim.
Çok konuşmuyordum yemek yerken. Ercüment yine anlatıyordu
dün geceki gibi bir şeyler. Sonra “yine görmedin bugün beni” dedi ekmek
sepetinde yeni bir ekmek dilimi ararken. Sabahları kendime öyle hemen
gelemediğimi, uykuya düşkünlüğümü anlattım tüm samimiyetimle. Sonra ben ona burada ne işi olduğunu sordum.
Hep gezermiş bu semtlerde. Seviyormuş buraları. Benim de evimin burada olması
onun için çok güzel bir olaymış.
Söylediklerinde o kadar içtendi ki, bir an olsun onun
göremiyor oluşuna sevindim. Ama sonra bu çok bencilce geldi bana. İç çektim.
Ardından o iç çekti. Ne oldu, diye sorduk birbirimize ve ikimiz de “boşver”dik.
Kahvaltı çoktan bitmişti ama sohbet koyuydu. Zamanın nasıl
geçtiğini anlamadık ikimizde. Uzun zamandır o sofrada oturduğumuzu sandalyenin
uyuşturduğu popomuzun ağrısından anlayabildik ve gülüştük sonunda. Biraz daha
sohbetin ardından yolculadım misafirimi.
Birbirimizi daha
önceden tanıyor gibiydik. Ercüment bana bir şeyler anlattıkça onun dostluğunu
kazanmak istedim her seferinde. Tardu,
Ercüment mi olmuştu yoksa? Bulaşıkları makineye dizerken düşünmüştüm bunu ve
tek başıma yaşadığım evimde koca bir kahkaha patlatmıştım. Ama sonra duraladım
birden. Ercüment’in söylediği bir söz geldi aklıma : “ yine görmedin bugün
beni” . Dün ve bugünün dışında ne zaman görememiş olabilirdim ki Ercüment’i ?
Sonra yine güldüm kendi kendime ve sesli bir şekilde “Bu Ercüment şaşırmış
olmalı” dedim.
Kör bir adam ciddi ciddi hayatıma girmişti artık. Mutluydum.
Şanslı hissediyordum bir yandan da. Onun dostluğuna olan inancım büyüktü . Ona
teşekkür borcum da vardı artık .
Evime gelen sayılı misafirlerimi yazdığım deftere gün içinde
olanları yazdıktan sonra kapağını kapattım ve duşa kaçtım yine. Anne sevgisi
gibiydi temizlenmek. Temizlenmek ve
ardından güzel bir uyku çekmek!