26 Şubat 2014 Çarşamba

Ceketli Adam III



Kendime sorduğum onca soruyla uykuya yenik düşmüştüm nihayet. Her gece kendimi sorguya çekiyorum. Sabah olunca da uykumun nezarethanesinden çıkarıyorum kendimi. Tıpkı bu sabah olduğu gibi.
 İçim gibi karanlıktı oda. Güneşliklerimi ışığı geçiremeyecek kadar kalın seçmiştim. Işığa alışmak istemiyordum çünkü. Onun cazibesi eşsizdi ve ben eşsizlikte kaybolabilirdim. Işığın cazibesiyle kör olmaktansa karanlığın loşluğuna alışmayı yeğlerdim. Zaten yirmi bir yıldır da yeğlemeyi seçmiştim. Çok olmasa da mutluydum kendi karanlığımda. Derin bir kuyunun karanlığında boğulmadığım sürece mutluydum yani. Şimdilerde o derin kuyuda değil, rahat yatağımın karanlığında uyuyordum.  Yatağımda biraz daha kalma planları yaparken karanlığıma körleşmiş olduğumu düşündüm bir an için. Sonrasında aklımda Ercüment’e dair şimşekler çakmıştı. Ne yapıyordu ? Bu sabah da  güneşi görmek istemiş miydi ? Düşündüm ama kendi sorduğum soruya midemden gelen açlık sesleri yüzünden pek odaklanamadım. Midem de büyük bir isyan vardı belli ki. Bir an önce isyanı bastırmalıydım yoksa olacaklardan yine ben sorumlu olacaktım…
Yorganıma yoğurt gibi sarındığımdan dolayı yataktan çıkmak o kadar kolay olmuyordu benim için. Zaten bir o derin kuyudan yukarı çıkmak bir de sıcacık yatağımdan çıkmak en zorlandığım şeylerdendir hayatta. Ama ne kadar zorlansam da kopuyordum bir süre sonra ikisinden de.
Yatağımdan kopmayı başardığım an iki ayrı uca fırlatılmış terliklerimin eşlerini bulup ayağıma geçirdikten sonra mutfağın yolunu tuttum doğruca. Kısacık yolculuğumda “ekmek var mı ki?” sorusunu kaç defa tekrarladım bilmiyorum. Ekmek sepetine baktıktan sonra kendimi montumu giymiş, fırına gitmek için evimin anahtarlarını salonun herhangi bir yerinde ararken buldum.
Kapıyı kilitlemeden çıktım evimden. Kilide gerek yoktu. Maddiyata önem verenlerden olmamıştım hiçbir zaman. Duygularım çalınmış ve kullanılmışken günde birkaç kanalı zaplayan televizyonumu çalsalar ne olurdu ki ?
Apartmandan çıktıktan sonra doğruca fırıncı Gürhan abinin sıcacık ekmek kokusunu takip ettim. Ufak bir sabah sohbetinin ardından sıcacık ekmeğimin ucundan bir parça alıp yine evimin sokağına doğru yürüdüm. Sıcacık ekmeğin ucundan koparılmadan eve giren ekmeğin hiç tadı olmazdı benim yaşantımda. Bir gün çocuğum olursa eğer, bunu ona da öğretecektim. Derken  evimin sokağına doğru yürürken  sokağın başında Ercüment’i gördüm.  Elimde ekmekle kalakaldım öyle. Ne işi vardı burada ? Sabahın bu saatinde üstelik.  Ama bu sefer bu soruları kendime değil, Ercüment’e soracaktım.
Nefes mesafemi ayıracak şekilde yine yaklaştım Ercüment’e. Gülümseyerek “günaydın!” dedim. Aynı sıcaklıkta bir karşılık aldım ondan da. Kokuyu almış olacak ki “elinde sıcak ekmek mi var yoksa?!” dedi. Gülerek, evet, dedim ve onu evime kahvaltıya davet ettim. Bu sefer merdivenleri kullanmak yerine asansörü tercih ettim.
Evimin kapısının önüne geldiğimizde kapıyı bir çırpıda açınca Ercüment, kapımın kitlenmediğimi anladı ve “sanırım insanlara çok güveniyorsun” dedi. Ben de “sadece çalınacak bir şeyim yok” dedim gülümseyerek.  Burukluğumu da dün geceki tedirginliğim gibi hissedebilmiş miydi, bilmiyordum.
Ercüment’i salondaki ikili koltuğa oturtup mutfağa geçtim kahvaltı hazırlamak için. Güzel bir omlet yaptım kahvaltılıkların yanına. Tavşan kanı çayı da unutmadım.
Sofram hazır olunca Ercüment’i mutfağa çağırdım ve koluna girerek cam kenarına koyduğum masamın sandalyelerinden birine oturttum.  Sonra karşısındaki sandalyeye oturarak “afiyet olsun” dedim şirin bir ses tonuyla.
İlk defa bir körle aynı sofraya oturuyordum. Sofradaki her şeyin yerini buldu zamanla. Peyniri, zeytini, salamı ve yumurtayı anlayabilmişti çatalı yardımıyla. Bana düşen görev sadece çatalının dokunduğu kasenin içindeki reçelin adını söylemek oldu.  Balı reçelden ayırmayı unutmamak gerek elbette…  Onu izlemek güzeldi. Çatalını gezdirdiği yerleri seyretmek heyecan veriyordu bir yerde. Onunla kahvaltı yapmayı sevmiştim.
Çok konuşmuyordum yemek yerken. Ercüment yine anlatıyordu dün geceki gibi bir şeyler. Sonra “yine görmedin bugün beni” dedi ekmek sepetinde yeni bir ekmek dilimi ararken. Sabahları kendime öyle hemen gelemediğimi, uykuya düşkünlüğümü anlattım tüm samimiyetimle.  Sonra ben ona burada ne işi olduğunu sordum. Hep gezermiş bu semtlerde. Seviyormuş buraları. Benim de evimin burada olması onun için çok güzel bir olaymış.
Söylediklerinde o kadar içtendi ki, bir an olsun onun göremiyor oluşuna sevindim. Ama sonra bu çok bencilce geldi bana. İç çektim. Ardından o iç çekti. Ne oldu, diye sorduk birbirimize ve ikimiz de “boşver”dik.
Kahvaltı çoktan bitmişti ama sohbet koyuydu. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadık ikimizde. Uzun zamandır o sofrada oturduğumuzu sandalyenin uyuşturduğu popomuzun ağrısından anlayabildik ve gülüştük sonunda. Biraz daha sohbetin ardından yolculadım misafirimi.
 Birbirimizi daha önceden tanıyor gibiydik. Ercüment bana bir şeyler anlattıkça onun dostluğunu kazanmak istedim her seferinde.  Tardu, Ercüment mi olmuştu yoksa? Bulaşıkları makineye dizerken düşünmüştüm bunu ve tek başıma yaşadığım evimde koca bir kahkaha patlatmıştım. Ama sonra duraladım birden. Ercüment’in söylediği bir söz geldi aklıma : “ yine görmedin bugün beni” . Dün ve bugünün dışında ne zaman görememiş olabilirdim ki Ercüment’i ? Sonra yine güldüm kendi kendime ve sesli bir şekilde “Bu Ercüment şaşırmış olmalı” dedim.  
Kör bir adam ciddi ciddi hayatıma girmişti artık. Mutluydum. Şanslı hissediyordum bir yandan da. Onun dostluğuna olan inancım büyüktü . Ona teşekkür borcum da vardı artık .
Evime gelen sayılı misafirlerimi yazdığım deftere gün içinde olanları yazdıktan sonra kapağını kapattım ve duşa kaçtım yine. Anne sevgisi gibiydi temizlenmek.  Temizlenmek ve ardından güzel bir uyku çekmek!

25 Şubat 2014 Salı

Ceketli Adam II



Kendime sorduğum sorumun derinliğinde yüzerken Ercüment’in, yolunuz ne tarafta öğrenebilir miyim genç bayan, sorusuyla karaya çıktım birden.  Ne kadar da derine gitmişim öyle farkında olmadan. Nefesim kesilecek duruma gelmişim neredeyse. Daha ilk dakikadan Ercüment’e bir nefes borçlanmıştım. Her ne kadar bundan Ercüment’in haberi olmasa da…
O gece Ercüment’in loş caddelerde bana eşlik etmesine izin verdim. Hayatıma olur olmaz onca yerde onlarca kişi girmişti. Ercüment’e neden bir şans vermeyecektim ki ? Gözleri hiç görememiş bir insandan ne gibi bir zarar gelebilirdi ki bana ? O aramızdaki en masum olanlardandı. Gözleri açılırsa masumluğu giderdi her insan gibi. Böyle bir dostu olmalıydı insanın. Üstelik onunla farklı bir boyutun tadına varabilirdim. Hiç görememek nasıl bir duyguydu ? Hayatı boyunca kaç defa görmeyi istedi gökyüzünü? Beni nasıl canlandırabiliyor hayal dünyasında?... Bunların hepsini soracaktım Ercüment’e.
Yolculuğun sonuna geldiğimizde Ercüment’e bir taksi çağırdım .  Taksi gelene kadar yine kendinden bahsetti biraz. Gözleri görmüyordu ama hisleri her şeyi görebiliyordu. Ona ilk dakikadan ısınmış olsam da tedirginliğimi hissedebiliyordu işte.  Sanırım bu yüzden yol boyu kendisini anlatmak istedi. Ya da gördüğü birşeyi anlatamayacak olduğundan …
Ve taksi geldi. Ercüment kafasına dikkat ederek taksiye bindi. Hoşça kal dileklerinde bulunarak ayrıldık birbirimizden. El salladım arkasından. Sonra kendi yaptığıma güldüm. Ercüment iyi ki göremedi bunu dedim sesli düşünerek.
Evimin kapısına çıkan merdivenleri altı yüz on dördüncü kez sayarken Ercüment’in yerinde olup olmamayı düşündüm.
Yirmi altı yıl boyunca karanlık bir dünyada olmak bana neler yaşatırdı kim bilir. Ercüment sağırdı da aynı zamanda. Anne ve babasının sesine sağır bir kör. Doğar doğmaz terk etmiş ailesi onu. Klasik cami avlusu hikayesi onunki de. Yetiştirme yurtlarında belli bir yaşa kadar kalmış sonra devletin elini ayağını üstünden çekmesiyle sokaklarla barışık yaşamaya çalışan koca bir adam. Birkaç sene öncesine kadar kalacağı sıcak bir yeri olamamış. Kimseyi sevememiş Ercüment. Sevemediğim bir insandan nasıl yardım isteyebilirdim ki, demişti bana. Haklıydı. Karşısındaki insanın gözlerinde yazılanları okuyamazdı Ercüment. Hisleri ne derse o doğruydu onun dünyasında. En son Kenan diye birisine ısınmış karanlık dünyasında. Hem ısınmış hem sığınmış. Birbirlerinin sığınakları olmuşlar.
Kenan bir kafede garson olarak çalışıyormuş. Yerin altında yuva yapan karıncadan bile zarar görmüş. Ercüment’i de çalıştığı kafenin yakınlarında gezinirken görmüş ve içinden gelen bir umutla onu hayatına sokmuş. Sonra buna kendi içinde “Dostluğun umudu” demiş. Kenan’ı anlatırken o hiç görememiş mavi gözleri parlıyordu Ercüment’in.  Bir de sevdiği kızı. Ercüment zaten körmüş, kızın da sadece Ercüment’i göremeyecek kadar bir körlük derecesi varmış. Herşeyi herkesi görüyormuş ama bir türlü Ercüment’i göremiyormuş. Bir ilişkide bir kör olması yeterliymiş… Gülerek anlatıyordu bunları . Beni de gecenin o loşluğunda güldürebiliyordu. Hem bir nefes hem de bir gülüş borçlanmıştım Ercüment’e o gece. Kim bilir daha neler borçlanacaktım ona…
Ercüment’i, Kenan’ı ve Ercüment’in sevdiği kızı düşünürken çoktan banyomu yapmış, yatağıma kıvrılmıştım bile. Sanırım artık uyumalıydım ve kabuslar görmeden uyanmalıydım. Tatlı rüyaların suyu çıkmamıştı ya…
Önce başucumda duran ışığı kapattım ardından da gözlerimi. Birkaç saniye sonra aklıma bir şey takıldı. Sahi, Ercüment sevdiği kızın adını neden söylememişti?

23 Şubat 2014 Pazar

Ceketli Adam



Konser(im) bitmişti ve bir başına kalmıştım sahnede. Işıklar birer birer sönüyordu. Son ışık da sönünce zifiri bir karanlığa büründü sahne. Boşluğa düşmüşçesine bir his kapladı içimi. Ne zamandır bu karanlığın içindeydi bedenim?  Kemiklerim ne zamandır güneş ışığının yararlarından mahrumdu? Ben ne zamandır karamsardım?
Gözlerim karanlığın rengine alışana kadar sorular sordum kendime. Hiçbirini de cevaplamadım. Sahneden konser alanının olduğu yere ilerlemeye başlarken cevaplanmamış yeni sorularımı koydum bir köşeye. Hayatımın ,Cevaplanmamış Sorular Köşesi’ne.
Tanımadığım onca insanın durduğu her bir noktada adımlarımı sessizce ilerlettim. O derin karanlıkta ses çıkarmaktan korktum. Çıkacak en ufak sesin kalbime çarpmasından korktum.
Işıklar açıkken gittiğini gördüğüm onca insandan bir veya birkaçının karanlığın bir köşesine saklanmış olmasını istedim. Ama yoktu kimse. Bir Allah’ın kulu yoktu o karanlıkta. Karanlığıma aydınlık olacak can kuşum Tardu bile yoktu o derin, o sessizliği sağır eden karanlıkta. Yoklukları aldanıştı. Onların mutlu olduğu inancına aldanış.
Soğuktu karanlık. Kendimi kapının ardına atmak istedim. Caddeyi aydınlatan ışıkların altında yürümek istedim ısınmak için. Her bir notada kendi sözlerimi yazdığım o karanlık yerden çıktım bir süre sonra. Kapının kilidine mühür vurdum. Eğer bir gün sevgimin gücüne tekrar inanırsam o mühür kalkacak, şarkılar yeniden başlayacaktı. Karanlıkta caddeyi aydınlatan o turuncu ışıkların ilk dakikada çok da iyi geldiği söylenemezdi açıkçası. Kapının kilit yerini görmeme yardımcı olabildi sadece. Bir de kapının tam çaprazındaki kaldırımda duran şapkalı bir adamı göstermeye yetti caddenin cansız turuncu ışığı.
Şapkalı adamı boğazlı kazağıyla o soğukta görünce üstümde kendime ait olmayan ceketin varlığını hissettim. Belli ki ceket adama aitti ve ceketi almak için beni bekliyordu. O dakika ısınmıştım adama. Karanlıkta beni  rahatsız etmek istememiş belli ki, dedim içimden. Daha sonra yavaşça adama doğru yürüdüm.
Konuştukça ağzımdan çıkan sıcak nefesin dışarıdaki buz gibi havayla buluşup oluşturduğu buharın , adamın yüzüne gelmeyecek kadar yaklaştım şapkalı adama.
Başımla selamlayıp “Merhaba” dedim tebessümle. Benzer bir baş selamıyla “ Tanışma faslını geçip ceketimi rica etsem geri alabilir miyim acaba?” dedi güleç ve tatlı bir ifadeyle. Gülerek ve teşekkür ederek uzattım ceketi sahibine.  Utanmıştım birazda.
 Adam ceketi eline aldıktan sonra yaka kısmının her bir noktasında elini gezdirdi daha sonra özenle ceketi giyip üşümüş ellerini ceketinin ceplerine soktu.
O süre içerisinde hiç ses çıkarmadığımdan dolayı “Gittiniz mi?” diye sorulan soruyla biraz şaşırdım. Gülerek “Hayır.” dedim. Adam görmüyor gibi davranıyordu.
Şapkalı adam daha sonra üşümüş elinin birini cebinden çıkararak  ve benim olduğum yerden biraz daha sola doğru elini uzatarak “Merhaba, ben Ercüment.” Diyerek tanışma faslına geri dönmemizi sağladı. Elini tutup biraz ortalarken adımı söyledim. Elini hareket ettirdiğimi anlayınca gülerek diğer elinin parmaklarıyla gözlerini gösterdi ve “ Doğuştan körüm de, elimin ayarı her zaman olmuyor.” dedi.  “Gittiniz mi?” sorusunun bir espri olmadığını o dakika anlayabildim ancak.
Bir an olsun halime şükrettim. Şarkılar söylediğim o karanlık yerin kapısını kapattıktan sonra cansız da olsa bir ışık görmüştüm. Ya şapkalı adam gibi hiçbir ışığa ulaşamasaydım ömrüm boyunca?


18 Şubat 2014 Salı

Sözsüz Şarkıya Bilet Kestim (Hoşgeldin Ceketli Adam!)

Bazen sözleri olmayan şarkılara eşlik etmeli hayallerimiz.
Fondan gelen sesin üzerine kendi sözcüklerimiz yazılmalı.
Bir konsere gitmiştim. Hiç söz yoktu o konserde. Kendi şarkı sözlerimi yazdım her bir notada.  Kendi dünyamı kurdum her bir ritimde.
Sözlerimle hayaller kurdum. Gökyüzünün mavisinde uçtum, okyanusun derinliklerine daldım. Bir gitarist oldum bir piyanist. Davul da çaldım fülüt de .
Şarkılarım ağlattı da düşündürdü de. Bazen çok soğuktu cümlelerim. Yanımda duran bir adam ceketini verdi bana. Her bir harfinden ter akan cümlelerim de oldu. Çantamdan çıkardığım mendille kuruladım sonra hepsini.
Zaman geçti. Konser bitti. Bir ben kaldım sahnede.
O konser benimdi...

16 Şubat 2014 Pazar

İnsanlar Sevilir, Hayvanlar Beslenir



Tanrı suskunluğumu görüp sessizce alıyor intikamımı.
Gülüyorum.  İki deri parçasını birbirine dikebilen  bir adamın yaptıklarına gülüyorum şu son günlerde.  Haz duyuyorum.
Ama üzülüyorum da bir yandan. Birlikte gülebildiğin bir insan gün geliyor sana yüzünü bile göstermekten çekiniyor. Gün geliyor, sinemaya gitmek için birlikte binilen dolmuşa şimdi binilemiyor. Yakınım diye anlatılan insanlar gün geliyor en büyük düşman olarak nitelendiriliyor. 
Dikiş atabilen o adama veda ettim ben. Bencilliklerine veda ettim çok kısa bir süre önce. O adama verebileceğim öyle derin bir sevgi yok artık. İçimde kalan bölük pörçük sevgiyi istese bir gün, ve bilsem ki öleceğim, yine vermem ! Nasıl ki dünün tekrarı yok, sevgimin de tekrarı yok.  Sevgimi kalbine sunduğumda kabul edecekti.  Sofrada bekletilmiş bir yemek tabakta soğur ya hani, sevgim de öyleydi işte. Koydum önüne, istemedi. Sevgim de soğudu.
Artık dumanı üstünde tüten bir sevgim yok. Sevgimin sıcaklığı canımı yakmıyor artık. Ama onca can yakmışlığını da yok sayamıyor gönlüm. Olsun, o da geçecek.
Deri parçasına dikiş atabilen o adam benim yaralarımı hiç dikemedi, dikemeyecek de.  Benim ne bir ameliyat makasım var, ne bir ameliyat ipliğim var ne de bir ameliyat iğnem var. Yine de kendi yarama dikiş atacağım ama. Makasım müzik, ipliğim kitap, iğnem de cümlelerim olacak. Sonra geçecek herşey. İz kalacak elbet. Oluk oluk kan akan bir yaradan iyidir. Daha fazla mikrop almayacak en azından.
Keşke sevgimi kalbine dikebilseydin Doktor !
“ Umarım mutlu olursun” dedin ya hani Doktor, çok mutluyum  Doktor, çok mutluyum! Yokluğun beni hiç bu kadar mutlu etmemişti. Devam et Doktor, devam et! Ben sana daha çoook güleceğim, gör bak.
Karşında kahkahalarla güleceğim. Sevgime sağırdın, şimdi de kahkahalarıma sağır ol haydi !
Sevgimden mi korkuyorsun Doktor? Saçmalama Doktor!  Ben insanlardan hoşlanıyorum Doktor, affet!
Kaç Doktor, kaç ! Yüzyıllık Yalnızlık’ın sayfalarına kaç !

14 Şubat 2014 Cuma

Sizin Hiç Ablanız Oldu mu ?


Benim aynı karında yattığım bir ablam olmadı hiç. Ama benden üç sene önce Dünya'ya gelmiş esmer bir kız çocuğu,benim ablam olmak için kendi annesinin -benim en küçük teyzemin-  karnında beklemiş dokuz ay on gün boyunca ve 1990 yılının 14 Şubat'ında o kara gözlerini açmış.
Üç sene sonra gözleri açma sırası bendeydi. Ben doğmuştum yani. Aramızdaki onca mesafeye rağmen varlığım bu küçük esmer kızı rahatsız etmiş. Tatillerde bir araya gelişlerimiz olmuş. O ne yaptıysa hep onu yapıyormuşum. Yeri gelmiş bu küçük esmer kız, benimle çoraplarını bile paylaşmamış. Çorabı geçtim, yerini alacağımdan korktuğundan sağlık sorunları bile yaşamış. Ve anlatılanlara göre "babasının cüzdanına sıçmış." Yoo yoo gerçek anlamda değil merak etmeyin.
Ama ben o küçük esmer kızın yerini hiç almadım. Aksine, kalbini kazandım,kardeşi oldum. Anlamı kardeş olan "gadeş" oldum. Birbirimizin gadeşi olduk.
Biz iki küçük kız çocuğu büyüdük ve abla-kardeş olduk.
Sırdaş olduk.
Arkadaş olduk.
Yol gösteren olduk.
Dertleşen olduk.
Birşey olduğunda akla ilk gelen olduk.
...
Bugün 14 Şubat ve benim gadeşimin doğum günü. Anladığınız üzre bu yazı da ona yazılıyor. Onun için içimden gelen kelimeleri yanyana getiriyorum.
Gadeşim, can gadeşim. Varlığını yeryüzünde hiçbir şeye ve hiç kimseye değişmem. Gözünden akan tuzlu yaş, benim de canımı yakar.Yüzündeki gülüş benim de mutluluğum olur.
Düşündüm de sana seni özlediğimi ilk 17 yaşında demiştim. O ilk şok dalgasını asla unutmayacağım. Zaten bir onu bir de Emine teyzemin önüne oturduğun kapıyı sen yokmuşsun gibi rahatlıkla açıp seni bir uçtan bir uca uçurmasını unutmam. Tamam tamam, sınav sonuçlarımın açıklanacağı o muhteşem yaz ayını da unutmam. Belki bu yaz Nevin teyzemin bayram hediyesi olan "Hediye" ile deniz maceralarımızı da unutmayabilirim. Eğer çok istersen Cem Adrian konseri öncesi Taksim'de 3 mekan bulup üçünden de geri dönüşümüzü de unutmam. Haa bir de İzmir'deki o muhteşem 4 günü de unutmam.
Gadeşim, ben seninle ilgili birşeyi unutmam. Çünkü insan mutluluğunu kolay kolay unutmaz. Ben senin yanında olduğum her an mutlu oluyorum. Seninle konuştuğum her an ses tonum değişiyor. Buraya unutamayacağım daha birçok güzel anımızı yazabilirim. Ama çok da uzatmaya gerek yok.
İyi ki doğmuşsun sen can gadeşim. İyi ki varsın. Herşey gönlünce olsun.Seni çok ama çok seviyorum !!!

14 Şubat Yazısız Olmaz

Dediler dediler getirdiler yine meşhuur 14 Şubat'ı.. Gelsin , gelmesin demiyorum da hediyeden çok mutluluk getirsin arkadaşım.
 Huzur getirsin,güven getirsin, bağlılık getirsin,sadakat getirsin...
 Kırmızı kalpli kutuların içini dolduran çikolatalar bittiği zaman acı dolu sözler almasın o tatlıların yerini.  Zaman geçtikten sonra alınan hediyeler tedavülden kaldırılmış paralar gibi bulunduğu yerden çöp kutusuna atılmasın.
Çerçevelerin içini dolduran mutlu yüzler makas yardımıyla ikiye ayrılmasın.
Tüm yazılmışlar yakılmasın.
Yaşanılan mutluluklar yerini pişmanlığa ve öfkeye bırakmasın.
Adımlar geriye atılmasın bugünden sonra doğacak yeni günlerde. Her yeni gün her yeni mutluluğa giden bir adım olsun.
Sizin 14 Şubat Sevgililer Gününüz benimde 14 Kubat Günüm kutlu olsun :))

12 Şubat 2014 Çarşamba

Gecenin Vedası

Bu gerçek bir vedaydı. Gelememiş olmanın gerçek gidişiydi.
Senden çıkan  son bencil cümleydi okuduğum.
 Senden gelen son kırgınlıktı kucak açtığım, göz yumduğum.

10 Şubat 2014 Pazartesi

Öğretmenler Toplantısı

Pişman değilim yaşadıklarımdan.Öfkem belki de yaşayamadıklarımdan, der Nazım Hikmet. Ne güzel demiş..Yüreğine sağlık olsun...
...
Doğdum. Büyüdüm. Birşeyler öğrendim.
Sabrın ne demek olduğunu annemden öğrendim.
Sakinliği babamdan öğrendim.
Bencilliği abimlerden öğrendim.
Ölümü de tek bir abimden öğrendim.
Yazı yazmayı duygularımdan öğrendim.
Pırasanın muhabbete iyi geldiğini Genç İhtiyardan öğrendim. Evet.Pırasa sevmeyen o adama bir isim koydum: Genç İhtiyar.
Havuz problemlerindeki başarısızlığımın havuzu sevmiyor oluşumdan olduğunu öğrendim.
Bir zaman sonra parfüm kokusunu alamıyor olduğumu beş sene boyunca aynı kokuyu kullanınca öğrendim.
Bir gülüşe aşık olmayı o adamdan öğrendim.
Klimatoloji dersinde gördüğüm "Kararsız Hava Hareketi" konusunu gerçek hayatımda da iniş-çıkışlarımla öğrendim.
Bilmediğim her şeyin aslında ufuk çizgimde var olduğunu da öğrendim.
Bunların dışında daha birçok şey öğrendim ve nefes aldığım sürece de öğrenmeye devam edeceğim.
Ama ben en çok kırgınlığı sevgimden öğrendim.

8 Şubat 2014 Cumartesi

Hikaye Ziyaretim



Yazdıklarım arasında gerçek kör ve sağır ben miydim , bilemiyorum şu günlerde. Bir yanım bunu kabul edip gerçekleri sokuyor gözüme, diğer yanımsa gerçekleri reddedip “kal!” diyor oralarda bir yerlerde. Yine o bir yanım bunu kabul edip duymam gereken kelimeleri yüksek sesle bağırıyor  ve yine o diğer yanımda duymam gereken kelimelere kulaklarımı tıkıyor.
Rüyasız- kabussuz- uyanıyorum sayısı bir haftanın yedisini bulamamış günlerin sabahında.
Göğsümün havaya kalkıp inmesi dışında soyut bir nefes henüz alamamış olsam da bunun için çaba gösterdiğimin farkındayım.  O adamın, gözüme soktuğu gerçek sayesinde daha rahatım aslında.  O adama kızıyorum, sövüyorum ama teşekkürü de esirgememek gerek. Gözümü açtı. Tek bir hareketiyle ortada dolanan tüm gerçekleri anlatan kelimeleri  kulağımın zarını patlatırcasına duyurdu bana!
Bugün onca zaman sonra Cumartesi Pazarına gittim. Ortada ne bir sevilen adam vardı ne Kevok vardı ne de Tardu. Hepsi gitmişti. Hepsi Cumartesi Pazarı’ndan giderken ben oraya geri döndüm. O adamı aramadım da Kevok’u ve Tardu’yu aradım.
O adamın varlığı o caddeyi kirletmemeliydi daha fazla. Düşüncelerimle de büyümemeliydi insanlık katında artık. Çıkardım ben onu o hikayeden. Hiç hak etmediği bir yerdeydi zaten o hikayede. Kendisi de gösterdi bunu bana en iyi şekilde. Kevok’un ölüsü bile değerliydi o adamdan aslında da ben bilemedim. Tardu.. O zaten benim sadece benim Tardum. Can kuşum.. Aydınlığım…
O adamın nerede olduğuna dair en ufak bir iz yoktu ortalıkta. Kevok, benden çok uzaktaki bir yerde toprağın altında beze sarılmış derin uykusundaydı. Peki ya Tardu neredeydi bugün ?  Kalabalıktan, insanlardan kaçıp belki göklerdedir deyip gökyüzüne baktım, birkaç buluttan başka bir şey göremedim.  Özlemiştim Tardu’yu. Onu görseydim olanı biteni anlatacaktım. Öfkemi paylaşacaktım. Ama yoktu. Kimsecikler yoktu o hikayeden. Ben de bir kilo portakal, beş çift çorap ve birazda sebze alıp kendi dünyama geri döndüm…