Konser(im) bitmişti ve bir başına kalmıştım sahnede. Işıklar
birer birer sönüyordu. Son ışık da sönünce zifiri bir karanlığa büründü sahne.
Boşluğa düşmüşçesine bir his kapladı içimi. Ne zamandır bu karanlığın içindeydi
bedenim? Kemiklerim ne zamandır güneş
ışığının yararlarından mahrumdu? Ben ne zamandır karamsardım?
Gözlerim karanlığın rengine alışana kadar sorular sordum
kendime. Hiçbirini de cevaplamadım. Sahneden konser alanının olduğu yere
ilerlemeye başlarken cevaplanmamış yeni sorularımı koydum bir köşeye. Hayatımın
,Cevaplanmamış Sorular Köşesi’ne.
Tanımadığım onca insanın durduğu her bir noktada adımlarımı
sessizce ilerlettim. O derin karanlıkta ses çıkarmaktan korktum. Çıkacak en
ufak sesin kalbime çarpmasından korktum.
Işıklar açıkken gittiğini gördüğüm onca insandan bir veya
birkaçının karanlığın bir köşesine saklanmış olmasını istedim. Ama yoktu kimse.
Bir Allah’ın kulu yoktu o karanlıkta. Karanlığıma aydınlık olacak can kuşum
Tardu bile yoktu o derin, o sessizliği sağır eden karanlıkta. Yoklukları
aldanıştı. Onların mutlu olduğu inancına aldanış.
Soğuktu karanlık. Kendimi kapının ardına atmak istedim.
Caddeyi aydınlatan ışıkların altında yürümek istedim ısınmak için. Her bir
notada kendi sözlerimi yazdığım o karanlık yerden çıktım bir süre sonra.
Kapının kilidine mühür vurdum. Eğer bir gün sevgimin gücüne tekrar inanırsam o
mühür kalkacak, şarkılar yeniden başlayacaktı. Karanlıkta caddeyi aydınlatan o
turuncu ışıkların ilk dakikada çok da iyi geldiği söylenemezdi açıkçası.
Kapının kilit yerini görmeme yardımcı olabildi sadece. Bir de kapının tam
çaprazındaki kaldırımda duran şapkalı bir adamı göstermeye yetti caddenin
cansız turuncu ışığı.
Şapkalı adamı boğazlı kazağıyla o soğukta görünce üstümde
kendime ait olmayan ceketin varlığını hissettim. Belli ki ceket adama aitti ve
ceketi almak için beni bekliyordu. O dakika ısınmıştım adama. Karanlıkta
beni rahatsız etmek istememiş belli ki, dedim
içimden. Daha sonra yavaşça adama doğru yürüdüm.
Konuştukça ağzımdan çıkan sıcak nefesin dışarıdaki buz gibi
havayla buluşup oluşturduğu buharın , adamın yüzüne gelmeyecek kadar yaklaştım
şapkalı adama.
Başımla selamlayıp “Merhaba” dedim tebessümle. Benzer bir
baş selamıyla “ Tanışma faslını geçip ceketimi rica etsem geri alabilir miyim
acaba?” dedi güleç ve tatlı bir ifadeyle. Gülerek ve teşekkür ederek uzattım
ceketi sahibine. Utanmıştım birazda.
Adam ceketi eline
aldıktan sonra yaka kısmının her bir noktasında elini gezdirdi daha sonra özenle
ceketi giyip üşümüş ellerini ceketinin ceplerine soktu.
O süre içerisinde hiç ses çıkarmadığımdan dolayı “Gittiniz
mi?” diye sorulan soruyla biraz şaşırdım. Gülerek “Hayır.” dedim. Adam görmüyor
gibi davranıyordu.
Şapkalı adam daha sonra üşümüş elinin birini cebinden
çıkararak ve benim olduğum yerden biraz
daha sola doğru elini uzatarak “Merhaba, ben Ercüment.” Diyerek tanışma faslına
geri dönmemizi sağladı. Elini tutup biraz ortalarken adımı söyledim. Elini
hareket ettirdiğimi anlayınca gülerek diğer elinin parmaklarıyla gözlerini
gösterdi ve “ Doğuştan körüm de, elimin ayarı her zaman olmuyor.” dedi. “Gittiniz mi?” sorusunun bir espri olmadığını
o dakika anlayabildim ancak.
Bir an olsun halime şükrettim. Şarkılar söylediğim o
karanlık yerin kapısını kapattıktan sonra cansız da olsa bir ışık görmüştüm. Ya
şapkalı adam gibi hiçbir ışığa ulaşamasaydım ömrüm boyunca?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder