Vücut dilime, gözlerimin ışığına yansıtamadığım sevgimin
büyüklüğünü tam olarak yazamam, demiştim zamanında sevdiğim adama. Yazamamış
olmam onun anlamaması anlamına gelmezdi ama öyle değil mi ?
Neyse ki anladı sevdiğim adam da bir halta yaramadı.
Varsın yaramasın. Ben onun gölgesini bile hafızama
kazımıştım ve şimdi o gölgesini bile özlüyorum. Evet onu çok özlüyorum. Ona görebilme
ihtimalimin olduğu kalabalık bir yerde gözlerimi tek bir yere odaklayamıyorum. Her
bir karede gözlerim onu arıyor. Kulaklarım sesini duymayı istiyor. Yoksa bu
gidişle sesini unutacağım. Tınısı hala aklımda da gerisi yok işte. Kokusu desen
sanırım bütün parfümeriler tek bir koku
üretmiş ve bütün erkekler o kokuyu kullanıyor. Ya da o herkesin kokusunu
kendisine benzetmiş bana eziyet çektirmek için. Ama o bu kadar acımasız değil. Onun harikulade
bir yüreği var. Vicdanına giden yoldan geçiyor o yüreği. Yüreğiyle vicdanını
birbirine bağlayan damarın adına ne diyorlar acaba ?
Sorunun cevabını bilmiyorum emin olun. Kafamda milyon tane
soru var cevabını hep kendim cevapladığım. Ve birde gecenin bir yarısı aklıma
gelen ve ona kuramadığım cümlelerim. Cümleler aklıma geldikçe sorularım
çoğalıyor. Sorularım çoğalınca cevaplarım artıyor. Ne kadar cevap o kadar oyun
aslında.
Her gece – günün büyük bir bölümü- oyun oynuyorum kendimle. İlk günden son güne
kadar cümleleri hatırlıyorum önce. Bin cümle kurulmuşsa sekiz yüz on altısını hatırlıyorumdur
herhalde. Geri kalanlar cümle değildir büyük ihtimalle. Havadaki cümleleri
hatırladıktan sonra her cümleye en az iki soru soruyorum. Hayır en az bir soru
değil. Çünkü “bir” tek sayıdır ve ben tek sayıları sevmem. En az iki sorumu
sorduktan sonra en az da iki cevap veriyorum. Başlarda işime geldiği gibi cevap
veriyordum bu cümlelere ama sonra kendimi kandırmanın bana hiçbir yararı
olmadığını anladım. Şimdilerde en gerçekçi cevaplarla karşılık veriyorum
sorulara. Sorularıma. Benim sorularıma. Öznesi hep aynı olan sorularıma.
Sorularım ne zaman biter, özne o soruların içinden ne zaman
çıkar, yine bilmiyorum. Hayatımın en büyük bilinmezlik havuzuna atladığımı
bilmiyordum sıcak bir yaz günü. O havuza niye atladığımı da bilmiyorum. Çünkü
ben havuzu sevmem.
Çünkü denizin özgürlüğü var. Okyanusa kadar açılması var. İçinde
binlerce güzellikler var. Dalgası var. Tuzu var. Kıyıdan açıldıkça kıyıyı
özlemesi var. Zaman zaman kaybolma korkusu var. Geri dönememe korkusu var. Arandakiyle
aranda kulaç kulaç mesafelerin olması var. Gemilerle yüzmesi var. Başka kıyılar,başka
koylar keşfetmesi var..
Peki havuz ne ? Nereye kadar açılabilirsin ki ?
Havuzda açılmak yoktur, derine dalmak vardır. O da
sınırlıdır. Nefesinin başlangıcındasındır ama derinliğin sonuna gelmişsindir.
Ya da havuzun bir ucundan dalıp öbür ucundan çıkıp bunu kendine başarı
saymışsındır yorgun nefesinle. Hep aynı köşelerde tutuna tutuna
dinlenmekten, dipteki mavi kareli
taşlara bakmaktan miden bulanır bir süre sonra. Sıkışır kalırsın ve eğer o
havuzdan çıkıp denize ulaşma şansın yoksa da kendi kendini boğarsın havuzun
herhangi bir derinliğinde.
Benim bilinmezlik havuzumda öyleydi işte. Sadece kağıttan
gemiler yüzdürebildim. Onu da su yırttı zamanla. Tuz değil, klor yaktı genzimi.
Havuzumdaki dalgalar kendi öfkemdi ve en fazla karşı köşedeki taşları
özleyebildim. Doya doya kulaç atamadım havuzumda. Sınırları vardı çünkü
havuzumun. Yani denize, özgürlüğe ulaşan bir yolu yoktu benim havuzumun. Dibe dalıp
o mavi kareleri söküp denize ulaşmayı çok istedim ama yetmedi gücüm, nefesim. Yetirtmedi
sevdiğim adam. Ne onu çok sevmeme izin verdi ne de denize ulaşmama.
Havuz tek kişilikti ama deniz ikimize de yeterdi!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder