16 Aralık 2013 Pazartesi

Yırtılan Gemi

Vücut dilime, gözlerimin ışığına yansıtamadığım sevgimin büyüklüğünü tam olarak yazamam, demiştim zamanında sevdiğim adama. Yazamamış olmam onun anlamaması anlamına gelmezdi ama öyle değil mi ?
Neyse ki anladı sevdiğim adam da bir halta yaramadı.
Varsın yaramasın. Ben onun gölgesini bile hafızama kazımıştım ve şimdi o gölgesini bile özlüyorum. Evet onu çok özlüyorum. Ona görebilme ihtimalimin olduğu kalabalık bir yerde gözlerimi tek bir yere odaklayamıyorum. Her bir karede gözlerim onu arıyor. Kulaklarım sesini duymayı istiyor. Yoksa bu gidişle sesini unutacağım. Tınısı hala aklımda da gerisi yok işte. Kokusu desen sanırım bütün parfümeriler  tek bir koku üretmiş ve bütün erkekler o kokuyu kullanıyor. Ya da o herkesin kokusunu kendisine benzetmiş bana eziyet çektirmek için.  Ama o bu kadar acımasız değil. Onun harikulade bir yüreği var. Vicdanına giden yoldan geçiyor o yüreği. Yüreğiyle vicdanını birbirine bağlayan damarın adına ne diyorlar acaba ?
Sorunun cevabını bilmiyorum emin olun. Kafamda milyon tane soru var cevabını hep kendim cevapladığım. Ve birde gecenin bir yarısı aklıma gelen ve ona kuramadığım cümlelerim. Cümleler aklıma geldikçe sorularım çoğalıyor. Sorularım çoğalınca cevaplarım artıyor. Ne kadar cevap o kadar oyun aslında.
Her gece – günün büyük bir bölümü-  oyun oynuyorum kendimle. İlk günden son güne kadar cümleleri hatırlıyorum önce. Bin cümle kurulmuşsa  sekiz yüz on altısını hatırlıyorumdur herhalde. Geri kalanlar cümle değildir büyük ihtimalle. Havadaki cümleleri hatırladıktan sonra her cümleye en az iki soru soruyorum. Hayır en az bir soru değil. Çünkü “bir” tek sayıdır ve ben tek sayıları sevmem. En az iki sorumu sorduktan sonra en az da iki cevap veriyorum. Başlarda işime geldiği gibi cevap veriyordum bu cümlelere ama sonra kendimi kandırmanın bana hiçbir yararı olmadığını anladım. Şimdilerde en gerçekçi cevaplarla karşılık veriyorum sorulara. Sorularıma. Benim sorularıma. Öznesi hep aynı olan sorularıma.
Sorularım ne zaman biter, özne o soruların içinden ne zaman çıkar, yine bilmiyorum. Hayatımın en büyük bilinmezlik havuzuna atladığımı bilmiyordum sıcak bir yaz günü. O havuza niye atladığımı da bilmiyorum. Çünkü ben havuzu sevmem.
Çünkü denizin özgürlüğü var. Okyanusa kadar açılması var. İçinde binlerce güzellikler var. Dalgası var. Tuzu var. Kıyıdan açıldıkça kıyıyı özlemesi var. Zaman zaman kaybolma korkusu var. Geri dönememe korkusu var. Arandakiyle aranda kulaç kulaç mesafelerin olması var. Gemilerle yüzmesi var. Başka kıyılar,başka koylar keşfetmesi var..
Peki havuz ne ? Nereye kadar açılabilirsin ki ?
Havuzda açılmak yoktur, derine dalmak vardır. O da sınırlıdır. Nefesinin başlangıcındasındır ama derinliğin sonuna gelmişsindir. Ya da havuzun bir ucundan dalıp öbür ucundan çıkıp bunu kendine başarı saymışsındır yorgun nefesinle. Hep aynı köşelerde tutuna tutuna dinlenmekten,  dipteki mavi kareli taşlara bakmaktan miden bulanır bir süre sonra. Sıkışır kalırsın ve eğer o havuzdan çıkıp denize ulaşma şansın yoksa da kendi kendini boğarsın havuzun herhangi bir derinliğinde.
Benim bilinmezlik havuzumda öyleydi işte. Sadece kağıttan gemiler yüzdürebildim. Onu da su yırttı zamanla. Tuz değil, klor yaktı genzimi. Havuzumdaki dalgalar kendi öfkemdi ve en fazla karşı köşedeki taşları özleyebildim. Doya doya kulaç atamadım havuzumda. Sınırları vardı çünkü havuzumun. Yani denize, özgürlüğe ulaşan bir yolu yoktu benim havuzumun. Dibe dalıp o mavi kareleri söküp denize ulaşmayı çok istedim ama yetmedi gücüm, nefesim. Yetirtmedi sevdiğim adam. Ne onu çok sevmeme izin verdi ne de denize ulaşmama.
Havuz tek kişilikti ama deniz ikimize de yeterdi!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder