Uzak diyarların birinde kelimeleri birbirine işleyen,
aralarında bir bağ olduğuna inanan biri yaşarmış. Her bir kelimeye derin derin
bakar, üstünde uzuun uzun düşünmeden ardına koyacağı kelimeye sırayı vermezmiş.
Günler geçmiş, aylar geçmiş ve bir an gelmiş , tükenmiş.
Ne yapmalı ne etmeli derken kendisini kırmızı koltukların
peş peşe sıralandığı bir yerde bulmuş. Ne olup bittiğini anlayamadan insanlar
doluşmuş içeriye. Yanından onlarcası geçmiş de kimseye dönüp, ben neredeyim?,
dememiş. Biraz bekledikten sonra aklıdaki kelimelerin yeniden ona “merhaba”
dediğini duymuş, gülümsemiş. Biraz insan görmekmiş tüm marifet. Tek başına
kaldığında kendi kendini tükettiğini o gün o dakika anlamış.
Peki ama marifet insanların varlığında mıydı yoksa
insanların yüzlerinde gördüğü keder ya da mutlulukta mıydı? Derin
düşüncelerinde boy vermeye çalışırken kendi karasularında boğulduğunu fark
etti. Neyse ki nefesi kuvvetliydi ve kendisini karaya çıkarmayı başarmıştı.
Soluklandı, kurulandı ve yenilendi. Kumdan kaleler yapmanın aklının ve kalbinin
etrafına duvar örmekten daha kolay olduğunu fark etti. Yine aynı kumdan kalenin
birkaç büyük dalgayla harabeye dönüşüne şahit oldu. Hiç fark etmiyordu. İster
kafanın etrafında isterse bir kumsalda olsun, kaleler işgal edilmeye ve
yıkılmaya mahkûmdu.
Mahkûmiyetini kendi aklının o soğuk zindanında geçirme
kararı almıştı artık. Düşünceleri, acıları adeta onu titretiyor ve duvardaki
çentikleri tek tek çoğaltıyordu. Bu kısırdöngü hiç bitmeyecekti. Çentikler
duvarı kapladıkça ilk çentiği silip yerine yenisini çizecekti. Ve böylece kendi
sonunu başlangıcını yok ederek getirecekti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder